5. İMÂM-I RABBÂNÎNİN "kaddesallahü sirrehül'azîz"

VEFÂTI

İmâm-ı Rabbânî hazretleri 1024 (m. 1615) senesinde, elliüç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine; "Benim ömrüm ve hayâtım hakkındaki kazâ-yı mübremin altmışüç sene olduğunu ilhâm ile bana bildirdiler" buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünki Peygamber efendimize "sallallahü aleyhi ve sellem"  tâbi' olmasının çokluğu, yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zemânda bu husûsda Hazret-i Ebû Bekre, Hazret-i Ömere ve Hazret-i Alî'ye de uymuş oluyordu .

1032 (m. 1623) senesinde Ecmîrde iken; "Vefât etmemin yakın olduğuna dâir işâretler, alâmetler görülmeğe başladı" buyurdu. Serhendde bulunan kıymetli oğullarına mektûb yazıp; "Ömrümüzün sona ermesi yakındır" buyurdu. Babalarının hasreti ve ayrılığı ile yanan, evliyânın gözlerinin nûru kıymetli oğulları, bu mektûbu alınca, babalarının bulunduğu yere hareket etdiler. Huzûruna kavuşunca, birgün, bu yüksek oğullarını husûsi odaya çağırdı. Buyurdu ki: "Kıymetli oğullarım, bu dünyâya hiçbir şekilde nazarım ve bağlılığım kalmadı. Öbür dünyâya gitmek îcâb ediyor, gitme ve yolculuk alâmetleri görünmeğe başladı." Muhammed Hâşim-i Keşmî demişdir ki: "Oğulları odadan çıkınca, kalblerindeki sıkıntıyı ve ölçülemeyen üzüntüyü, bu fakîr gördüm. Her birinin ağlamakdan boğazı tıkanıyordu. Böyle olduklarını görünce, kendilerine ne için bu kadar ağladıklarını sordum. Babaları İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, vefâtının yakın olduğunu açıklaması üzerine ağladıklarını öğrendim. Fekat İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu haberden oğullarının çok üzgün olduğunu, kalblerindeki sıkıntı ve darlığı görünce, aynı zemânda kendisine dahâ bir yıldan çok yaşayacakları bildirilince, tekrâr oğullarını çağırdılar ve: "Bir takım işleri tamamlamak için dahâ bir müddet yaşayacağımızı bildirdiler" buyurdu. Bu müjdeden, bu iki mes'ud kardeş çok sevindiler, mesrûr oldular. Bundan sonra bu hâdiseyi bana anlattılar. Bununla beraber, bu fakîrin gözyaşlarının aktığı rahneleri (çukurları) açmış oldular. Fekat, bu müjdelerinden, kıymetli oğulları ve bu kalbi yaralı âşık, uzun yıllar yaşayacaklarını ümmîd etdik."

Gaybî habercilerden biri de şudur "İmâm-ı Rabbânî hazretleri o günlerde, Hâce Mu'înüddîn-i Çeşti hazretlerinin mezârını ziyârete gitdi. Bir müddet o evliyânın kalblerine murâkabe ederek oturdu. Kalkınca, buyurdu ki: "Hazret-i Hâce çok iltifât edip, çok şefkat gösterdiler. Kendi husûsî bereketlerinden ziyâfetler verdiler. Konuştuk ve çok sırlar açıklandı. Konuşulanlardan biri şudur: Buyurdu ki: "Bu asker arasında bulunmaktan kurtulmağa çalışmayınız. Kendinizi Allahü teâlânın rızâsına bırakınız." Bu arada o mezarda hizmet gören türbedârlar gelip, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin elini öpmekle şereflendiler. Mu'înüddîn-i Çeşti hazretlerinin kabrinin örtüsünü her sene değişdirip eskisini evliyânın büyüklerinden birine gönderirlerdi. Yâhud da zemânın pâdişâhına verirler, o da kıymetli inci ve mücevherat gibi, bir sandıkda, teberrüken saklardı. O gün, o mezârın örtüsünü değiştirdiler ve eskisini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna getirip, buna en çok lâyık olan sizsiniz diyerek takdîm etdiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri tam bir edeble kabûl etdi. Örtüyü hizmetçilerine verip, kalbden soğuk bir ah çekdi ve "Hazret-i Hâceye bundan dahâ yakın bir libâs, bir örtü yokdur. Bunu, bana kefen etmek için saklayın" buyurdu.

Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmışdır: "O günlerde bir gece, teheccüd vaktinde bu fakîr, husûsî odalarının yanına geldim. Kapılarının eşiğinin dibinde başımı dizlerimin üzerine koyarak, tefekkür etmeğe başladım. Aniden o odadan ağlamakla karışık acıklı, hüzünlü bir ses işitdim. Kulağımı kapıya dayadım ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin içli olarak bir beyt okuduklarını ve Hakkı gören gözlerinden ihtiyâc ve muhabbet gözyaşları döktüklerini anladım. O beyt şu idi:

"İki günlük hayatla Câmî gamına doymadı,
Âh ne güzel olurdu, şu ömrüm uzun olsaydı."

İmâm-ı Rabbânî hazretleri Ecmîr seferinden Serhende dönünce, artık evinde inzivâya çekildi. Bir müddet, beş vakit nemâz ve Cum'a nemâzı hâric, evden dışarı çıkmadı. Nûr ve Esrâr menba'ı olan husûsî odasına; Muhammed Hâşim-i Keşmîden, yüksek oğullarından, talebelerinden ve hizmetçilerinden iki üç kişi hâriç, başkalarının girmesi çok nâdir oluyordu. Bu halveti seçtiği günlerden birgün, soğuk bir nefes çekip; "Şeyhülislâmın (Ebû Alî Dekkâk'ın) meşrebi çok yükselince, meclisinde insan kalmadı" sözünü söyledi. Burada olduğu gibi, ömrünün sonuna doğru, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin meşrebi de o kadar yüksek oldu ki, talebelerinin en yüksekleri bile onun yanında mektebe yeni başlayan küçük çocuklar gibi kalıyorlardı.

O günlerde dostlarına yazdığı mektûblarda ekseriya istiğfar ve Kelîme-i tevhîd'in çok okunmasını yazardı. Hattâ ba'zı mektûblarında; "Ömrümüzün sonu yaklaşdı, bakalım ne olur?" diye açıkça yazdı. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmışdır: "Bu esnada, Dekken idâresinde karışıklıklar ve hercûmerçler sebebiyle hâtırıma, gidip çocuklarımı alıp, yüksek huzûrlarına getirip, Serhende, yerleşeyim diye geldi. Bu arzûmu İmâm-ı Rabbânî hazretlerine arz etdim. Nihâyet yüzlerce hasret ve gamla izin verdi. Gitmek için izin verdiği zemân, kendilerine; "Düâ buyurunuz da, bir an evvel dönüp Hakka kulluk edenlerin sığınağı olan kapınızla şerefleneyim" diye arz etdim. Bir âh çekip; "Düâ edelim de, âhırette, hep beraber bir yerde olalım" buyurdu. Bu canları yakan son sözleri aklımı başımdan aldı. Fekat, bu tâlihsizin nasîbi mahrûmluk olunca, kazâya karşı gelemeyip, ister istemez, gözlerimden kanlı yaşlar akıta akıta, hasret ve gurbet şi'rleri dize dize hâzırlığa başladım ve ayrıldım."

İmâm-ı Rabbânî hazretleri vefât etmeden altı ay önce, Şa'bân ayının onbeşinci gecesi olan "Berât kandili" gecesini, kendi husûsî odasında ihyâ eyledi. O gece yarısı, kıymetli hanımının bulunduğu odaya geldi. Hanımı dedi ki: "Bu gece ecellerin ve amellerin takdîr edildiği gecedir. Kimbilir Allahü teâlâ kimin defterine ölecek ve kimin defterine yaşayacak! diye kayd etdi." İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu sözü duyunca; "Niçin tereddüd ve şübhe ile söylüyorsun? Ya isminin, dünyâda yaşayacaklar sahîfesinden silindiğini görenin hâli nice olur?" buyurdu. Bunu söyleyince, esrâr yatağı olan kalbinden bir âh çekti. Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretleri, o sene vefât edeceğine kerâmetiyle işâret buyurmuşlardı.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmışdır: "İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ömrünün son günlerinde, hasta olduğu sırada huzûruna çıkıp, birkaç günlüğüne memleketime gidip gelmek için izin istedim. "Birkaç gün dur!" buyurdu. Sonra tekrâr arz edip; "Hemen gidip, döneceğim" dedim. "Birkaç gün sabret!" buyurdu. Fekat; "Gidip en kısa zemânda huzûrunuza döneceğim" deyince, izin verdi ve: "Sen nerede, biz nerede, ilkbahar nerede?" mısra'ını okudu. Bu sözünden birkaç gün sonra vefât etdi.

Bunun gibi, husûsî mahremleri ve onlara çok yakın olanlar; bu günlerde İmâm-ı Rabbânî hazretlerine inzivâ ve insanlardan uzak kalmalarına temâsla; "Çoluk-çocuğunuzdan ve bütün insanlardan ayrılmanızın, uzlete çekilmenizin sebebi nedir?" diye sorunca, cevâbında: "Bu dünyâdan göçmemi çok yakın görüyorum. İş böyle olunca, temamen inzivâ ve ayrılığı tercîh edip, dâimâ istiğfâr ediyorum, afv diliyorum. Bunları zarûrî görüyorum. Bütün vakitlerimi ve nefeslerimi, zâhirî ve bâtınî ibâdetlerle geçirmeyi elzem buluyorum. Bu da ancak, insanlardan ayrılmak ve yalnız kalmakla ele geçer. Bunun için beni bırakınız, benden ayrılınız ve beni Allahü teâlâya ısmarlayınız" buyurdu.

Yine bugünlerde, birgün kendi evinin aralığında (holünde) istirâhat ederken, âniden; "İki üç ay sonra biz bu evde olmayız" buyurdu. Orada bulunanlar; "Husûsî odanızda mı bulunacaksınız?" diye arz etdiler. Buyurdu ki: "Orada da olmayacağım." Ya nerede olacaksınız?" diye sordular. "Bu yerlerden hiçbirinde olacağım görülmüyor. Bakalım ne olur?" buyurup, yollarının îcâbı açık söylemedi.

Bu arada çok sadaka verdi ve büyük hayırlar yapdı. Esrâr mahremlerinden, yakınlarından biri, bu sadaka ve hayrâtlarının çokluğunu görünce; "Bütün bu hayrâtlar, belâların giderilmesi için midir?" diye sordu. Buyurdu ki: "Hayır, belki de kavuşmak şevkı ile bunları yapıyorum. Ve şu beyti okuyup gözlerinden sevinç gözyaşları döküldü:

"Vuslat günüdür sırdaşım âleme kucak açayım,
Bu devletin, bu ni'metin sevinçlerini saçayım."

Muharrem-ül-harâm ayının onikinci günü buyurdu ki: "Bana bu dünyâdan öbür dünyâya gitmeme kırk veyâ elli gün kaldığını bildirdiler. Mezârımı da gösterdiler." Bu sözleri dinleyenler üzüldüler ve şaşa kaldılar. Ciğerlerindeki yara yeniden tazelendi. O günlerde, oğlu Muhammed Sa'îd birgün, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini ağlarken gördü. Sebebini sordu. Cevâbında; "Allahü teâlâya kavuşmanın sevinci ile ağlıyorum" buyurdu. Yine oğlu; "Allahü teâlâ, bu işi, bu dünyâda çok sevdiklerinin isteğine bırakır. Madem ki, siz bu kadar çok istiyorsunuz, elbette gidersiniz" diye arz etdi. Bu sözü söyleyen oğullarında bir değişme gördü ve buyurdu ki: "Muhammed Sa'îd! Allahü teâlânın gayretine dokunuyorsun." Oğlu; "Kendi hâlime üzülüyorum" dedi ve gayet samimî bir beyânla, derd ve elem dolu kalbini dışarı vururcasına; "Ey gönlümün sürûru babacığım! Bize yaptığınız bu şefkatsizlik ve acımasızlık nedendir?" diye arz etdi. Bunun üzerine; "Allahü teâlâ sizden sevgilidir. Ayrıca bizim size şefkat ve yardımlarımız, vefât etdikten sonra, bu dünyâdakinden dahâ çok olacakdır. Çünki bu dünyâda iken, insanlık îcâbı ba'zan ister istemez yardım ve teveccüh tam olmuyor. Hâlbuki öldükten sonra, beşerî sıfatlardan tamamen ayrılma vardır" buyurdu. Bunu söylediği günden i'tibâren, o günleri saymağa başladılar. Şöyle ki, Safer ayının yirmiikinci gecesi kalbleri hasta eshâbına; "Bugün söylediğim günlerin kırkıncı günü geçmiş oluyor. Bakalım bu yedi-sekiz günde ne zuhûr eder" buyurdu. Yine oğullarına buyurdu ki: "Şu arada hâsıl olan birkaç günlük sıhhatde, Allahü teâlâ, Habîbine "sallallahü aleyhi ve sellem"  tâbi'' olan bir insanda bulunabilecek bütün kemâlâtı bana ihsân eyledi. Oğullarının bu sözlerden kalbleri parçalandı. Çünki, bu sözlerde Hazret-i Ebû Bekr "radıyallahü anh" Sıddîk-i Ekber'in; "Bu gün dîninizi tamam eyledim." âyet-i kerîmesi gelince kalblerine gelen, ya'nî Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem"  vefât edecekdir, ilhâmından bir işâret bulunduğunu anladılar. Mısra:

"Senin misk zülfünden, ayrılık gecesinin kokusu geliyor."

Safer ayının yirmiüçü Perşembe günü, dervişlere, kendi mübârek elleriyle elbiselerini taksîm etdi. Kendi üzerinde pamuklu, sıcak tutan bir elbise bulunmadığı için, havanın soğukluğu te'sîr edip, tekrâr sıtma hastalığına tutuldu ve tekrâr yatağa düştü. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem"  hastalıktan kurtulup, az bir zemân sonra tekrâr hasta olmuşlar ve vefât eylemişlerdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu husûsta da ittibâ'ı (uymayı) kaçırmadı. Bu hastalıktan evvel hizmetçilerinden birine; "Mangal için şu kadar liralık kömür al!" buyurdu. Biraz sonra tekrâr yanına çağırarak; "Söylediğimin yarısı tutarında kömür al, çünki bir ses kalbime, o kömürleri yakacak kadar zemân kalmadı diyor" buyurdu. Kömürün bir kısmını kendisi için ayırtıp, diğerini çocuklarına gönderdi. Kendisine ayrılmış olan miktar, vefât etdiği gün tamamen bitmişdi. Bu hastalık zemânında, yüksek ilmleri, çok fazla olarak kendi yüksek oğullarına anlatdı. Birgün ince hakîkatleri beyânda o kadar uğraşıyor ve bunun için o kadar konuşuyordu ki, kıymetli oğulları Hâce Muhammed Sa'îd; "Hazretinizin hastalığı bu kadar konuşmanıza elverişli değildir, bu ma'rifetlerin beyânını bir başka zemâna bıraksanız nasıl olur babacığım?" diye arz etdi. Bunun üzerine buyurdu ki: "Ey oğlum! Dahâ zemân ve fırsat var mı? Biliyorum ki, bir başka vakit, bu kadarını söylemeye de kuvvet ve kudret bulamayacağım."

Bu günlerde hastalığı şiddetli olmasına rağmen cemâatle nemâz kılmağı terk etmedi. Ancak son dört-beş gün, yalnız başına nemâz kıldı. Düâları, tesbîhleri, salevâtları, zikri ve murâkabeyi, hiçbir eksiklik olmadan yapıyordu. Dînimizin ve hocalarının yollarının inceliklerinden hiçbirini terk etmiyordu. Bir gece, gecenin üçüncü yarısında kalkıp abdest aldı. Teheccüd nemâzını ayakda kıldı ve; "Bu bizim son teheccüdümüzdür" buyurdu.

Vefâtından biraz önce, kendinden geçme hâli görüldü. Büyük oğlu, bu kendinden geçme hâlinin çokluğu, hastalığın şiddetinden mi, yoksa istiğrâk (nurlara gömülme) sebebi ile midir, diye arz etdi. Cevâbında; "İstiğrak sebebi iledir. Çünki, ba'zı çok yüksek hâller görünüyor. Bunun için onlara teveccüh ediyorum, tâ ki hepsini oldukları gibi görebileyim ve bunlarla herşeyim tamam ve kâmil olsun" buyurdu. Bu derin sırlardan kısaca yüksek oğullarının kulaklarına fısıldadı. Bu kendinden geçme hâlinden kurtulunca, ciğeri yaralı, kalbi yanık talebelerine elvedâ' sözünü hâtırlatan, vasiyyetlerini söylemeye başladı. Bu vasiyyetlerin çoğu; mutâbe'ata, Peygamberimize "sallallahü aleyhi ve sellem"  tâbi' olmaya teşvîk, sünnete yapışma, bid'atden kaçınma, zikr ve murâkabeye devâm etme hakkında idi.

Buyurdu ki: "Sünnete çok sıkı sarılmak lâzımdır." Bu sözleriyle de Peygamber efendimize "sallallahü aleyhi ve sellem"  uymak istemişlerdi. Çünki, Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem"  vefât edecekleri zemân böyle nasîhat eylemişlerdi. Abbâd bin Sâriye'den "radıyallahü anhüm". Tirmizî ve Ebû Dâvûd şöyle rivâyet eder "Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem"  bize va'z ediyordu. Bu va'zdan kalbler ürperiyor. Gözler yaşarıyordu. Dedik ki: "Yâ Resûlallah! Bu sözleriniz vedâ va'zına benziyor, bize vasiyyet ediniz." Resûlullah aleyhisselâm buyurdular ki: "Size vasiyyetim olsun: Allahtan korkunuz, bir köle bile emr-i ilâhîyi bildirirse dinleyiniz ve yapınız. Yaşayanlarınız çok şeyler görecek. O zemân benim ve Hulefâ-i râşidînin sünnetine gayet sıkı sarılınız, onu elden kaçırmayınız. Dinde bid'atten çok sakınınız. Çünki bütün bid'atler dalâletdir, sapıklıkdır."

İmâm-ı Rabbânî hazretleri vasiyyetine devamla şöyle buyurdu: "Dînimizin sâhibi, Resûlullah"sallallahü aleyhi ve sellem"  nasîhatlerin en incelerini bile; "Din nasîhatdir" hadîs-i şerîfi gereğince ihmâl etmediler. Dînimizin kıymetli kitâblarından, tam tâbi' olmak yolunu öğreniniz ve bununla amel ediniz. Benim teçhiz ve tekfin işlerimde sünnete uyunuz." Bundan evvel dahâ önce mübârek hanımına buyurmuştu ki: "Eğer ben senden evvel, bu sıkıntılarla dolu dünyâdan âhırete gidersem, benim kefenimi, senin mehr parandan aldırırsın."

Nasîhatlerinden biri de; "Mezarımı belli olmayan bir yere yapınız" idi. Yüksek oğulları arz etdiler ki: "Bundan evvel, hazretinizin işâreti ile ağabeyimizin gömüldüğü, şerefli ve bereketli yer hakkında; "Benim mezârım orada olacakdır. Aynı yerde gömüleceğim" buyurmuşdunuz. Bu gün de böyle buyuruyorsunuz." "Evet öyle idi. Fekat şimdi ben böyle istiyorum" dedi.

Oğullarının, bunu kabûl etme hakkında durakladıklarını görünce; "Eğer böyle yapmazsanız, şehrin dışında yüksek babamın yanına defn ediniz. Bu da olmazsa, şehrin hâricinde bir bahçede benim mezârımı yapınız. Süslemeyiniz. Olduğu gibi bırakınız ki, en kısa zemânda nişânı kalmasın" buyurdu.

Hazret-i İmâm kendi kabrleri için buyurdukları iki üç yer hakkında, oğullarında bir duraklama, bir dikkat, hattâ bir şaşkınlık görünce, tebessüm edip; "Serbestsiniz. Nereyi münâsib görürseniz, oraya defn ediniz" buyurdu. Vefât etdiği Safer ayının yirmidokuzunda Salı günü, gece kendine hizmet eden hizmetçilerine; "Çok zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir" buyurdu. Gecenin sonunda: "Bu gece de bitti, sabâh oldu" buyurdu. O günün işrak zemânında; "Bevl edeceğim, bir leğen getirin" buyurdu. Getirdiler, fekat içinde kum yokdu. "İçinde kum olmazsa sıçrama ihtimâli olabilir" buyurdu. O en nâzik zemânda da, en ince husûslara dikkat edip, bevl etmedi ve; "Bu leğeni kaldırın, beni de yatağıma yatırın" buyurdu. Dediği gibi yaptılar. Kendilerine biraz sonra, vefât edeceksin, abdest almağa vakit bulamayacaksın ilhâmı gelince, abdestini bozmak istemedi ve abdestli olarak rûhunu teslim etmek istedi. Sedirin üzerine yatınca, sünnet üzere sağ elini sağ yanağının altına koyup, zikrle meşgûl oldu. Büyük oğlu Muhammed Sa'îd, babasının sık sık nefes aldığını görünce; "Hâl-i şerîfiniz nasıldır babacığım?" diye arz etdi. "İyiyim ve kıldığım o iki rek'at nemâz kâfidir" buyurdu. Bundan sonra bir dahâ konuşmadı. Yalnız Allahü teâlânın ismini söyledi ve biraz sonra da vefât etdi. Peygamberlerin büyüklerinin çoğunun son sözleri nemâz olmuşdur. Bu husûsta da Peygamberlerin serverine "sallallahü aleyhi ve sellem"  tâbi' oldu.

İmâm-ı Rabbânî, müceddid-i elf-i sânî, Ahmed Fârûkî "kuddise sirruh", arzûlarına kavuşup, Allahü teâlânın ihsân etdiği derecelere varıp, takdîr-i ilâhî yerini bulunca, Azrâîl aleyhisselâmın da'vetini kabûl edip, hicrî binotuzdört 1034 [m. 1624] senesi, Safer ayının yirmidokuzuncu salı günü, Refîk-i a'lâya kavuşdu. Evinin yanına defn edildi. Efganistân pâdişâhı Şâh-i zemân, imâm için büyük ve çok san'atli bir türbe yapdırdı. İki oğlu Muhammed Sâdık ve  Muhammed Sa'îd de bu türbededirler. Şâh-i zemân, on metre uzakdaki türbede zevcesi ile birlikdedir.

O ay yirmidokuz gün idi. Peygamber efendimizin "sallallahü aleyhi ve sellem"  vefât ayı olan Rabî'ul-evvel ayının ilk gecesi, Peygamber efendimizin "sallallahü aleyhi ve sellem"  huzûruna kavuşdu. Hastalık ve humma çekdiği günler, yaşının sene adedi kadar olup, altmışüç gün idi. Hadîs-i şerîfde; "Bir günlük humma, bir senenin keffâretidir" buyuruldu. Çekdikleri hastalık, bu hadîs-i şerîfin ma'nâsına uygun oldu.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin nûrlu bedeni yıkama tahtasının üzerine koyulup, elbiseleri soyulunca, orada olanların hepsi de gördüler ki, hazret-i İmâm, nemâzda olduğu gibi ellerini bağladı. Sağ elinin baş parmağı ve küçük parmağını, sol elin bileğinde halka yapdı. Hâlbuki, oğulları vefâtından sonra, kollarını düzeltip uzatmışlardı. Yıkama tahtasına yatırırken, tebessüm etdi ve bir müddet böyle mütebessim olarak kaldı. Hattâ orada olanlar feryâd etdiler.

Yıkayıcı, mubârek ellerini açıp düzeltti. Sol tarafa yatırdı, sağ tarafını yıkadı. Sağ tarafa yatırıp sol tarafını yıkayacağı zemân, orada bulunanlar, velîlik kuvvetinin bir alâmeti olarak, zaîf bir hareketle ellerinin hareket etdiğini, biraraya geldiğini ve eskisi gibi tekrâr sağ elinin baş ve küçük parmaklarının, sol elinin bileğinde halka yaptığını gördüler. Hâlbuki sağ tarafa yatınca, sağ elin sol el üzerine gelmemesi îcâb ederdi. Latîf elleri mum ve taze gül yaprağı kadar taze idiler. Bununla beraber öyle bir kuvvetle sol elini tutmuşdu ki, ayırmak ve çözmek mümkün değildi. Kefene sardıkları zemân, yine ellerinin bağlandığı görüldü. Böylece iki-üç def'â vâki' oldu. Nihâyet oradakiler, bunda derin bir ma'nâ ve gizli bir sır olduğunu anlayıp, bir dahâ ellerini açmağa uğraşmadılar ve oğulları Hâce Muhammed Sa'îd; "Madem ki, muhterem babam böyle istiyor, böyle bırakalım" buyurdu. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem"  hadîs-i şerîfde; "Yaşadıkları gibi ölürler" buyurdu. Bu, Allahü teâlânın büyük bir ihsânıdır. Dilediğine ihsân eyler. O'nun ihsânı boldur.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin cenâze nemâzını, oğlu Hâce Muhammed Sa'îd kıldırdı. Vefâtında 63 yaşında idi. Serhend'de evinin yanında defn edildi. Dahâ sonra Efganistan pâdişâhı Şâh-i Zemân, kabri üzerine büyük ve çok san'atlı bir türbe yapdırdı. Vefât haberi, talebelerini ve sevenlerini çok üzüp ağlattı. Duyulduğu her yerde gözyaşları döküldü. Vefâtı üzerine çok şi'irler yazılmış ve pekçok târih düşürülmüştür. Onun vefâtına dayanamayan talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatır: "Vefât etdiği günün akşamı şehrin kenârında, virâne bir mescidde, o bahâsız hazînenin hayâliyle içim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. Kalbimden soğuk âhlar çekiyor, gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum. Ben bu hâlde iken birden hocamın rûhâniyeti gözüküp; "Sabretmek lâzım!" buyurdu. Binlerce kırıklık ve perîşanlık içinde; "Ey efendim, ateşe kim dayanabilir?" dedim, "İbrâhîm aleyhisselâma uymağı yerine getirmek lâzımdır" buyurdu. Böylece, bu kendinden geçmiş âşığın divâneliği artdı, ızdırâbımı ve ona olan muhabbetimi dile getiren şi'irler söylemeğe başladım."

Büyük oğlu Muhammed Sa'îd buyurdu ki: "Yüksek babamı, vefâtından sonra rü'yâda gördüm. Allahü teâlânın kendisine verdiği büyük ni'metlerden tam neş'e ve sevinçle anlatıyordu ve bununla iftihar ediyordu. Kendisine; "Canım babacığım, şükr makâmından hiç kimseye bir nasîb verdiler mi?" diye arzetdim. "Evet, beni de şükr edenlerden eylediler" buyurdu. Arz etdim ki, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Şükr eden kullar azdır" (Sebe'-13) buyuruluyor. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılan, bu cemâatin, peygamberler olduğudur. Yâhud da Peygamberlerin en büyük eshâblarıdır. Ebû Bekr-i Sıddîk "radıyallahü anh" gibi deyince; "Evet, öyledir. Fekat beni husûsî bir ihsân ve inâyetle, o cemâate dâhil eylediler" buyurdu.

Hâce Muhammed Ma'sûm hazretleri buyurdu ki: "Babamı vefâtından sonra rü'yâda gördüm. Münker ve Nekîr'in suâli nasıl geçti? diye sordum." Buyurdu ki: "Allahü teâlâ merhamet ederek, bereket cihetiyle ilhâm edip; "Eğer sen izin verirsen bu iki melek kabrine gelecek" buyurdu. Arz etdim ki: "Ey Allahım! Bu iki melek de, senin huzûrunda kalsınlar dedim. Nihâyetsiz rahmet ve merhametinden bana acıdı ve onları benim yanıma göndermedi." Tekrâr; "Kabr sıkması nasıl geçdi?" diye sordum. "Oldu, fekat çok az oldu" buyurdu.

Allahü teâlâ, rûhunu râhat ve kabrini nûr ile dolu etsin! Bizleri, kıymetli nefeslerinin bereketi ve yüksek sevgisi ile fâidelendirsin! Şefâ'atine kavuşdursun ve kıyâmet gününde kendisini sevenler ile berâber, bayrağı altında toplasın! Âmîn.